Dünyada hayatın 3.8 ile 4:5 milyar yıl önce başladığı sanılmaktadır, ilk insanlar 4 milyon yıl önce ortaya çıkmıştır. Yani yaklaşık 4.5 milyar yıl boyunca rastlantı zinciri kırılmadan bana kadar gelmiş ve bugün ben dünyadayım. Neredeyse sıfıra yakın ihtimal, ama ben, sen, o yarışı kazanmışız ve bugün dünyada bulunuyoruz. Şu anda yaşayan tüm canlılar bu minicik ihtimali gerçeğe dönüşmesi ile varlar. Şanssız olanlar ise var olmadılar, onlar yok hükmündedirler..
Nedense dünya bir alışkanlık haline gelmiştir birçokları için. Hâlbuki bu dünyanın bir mucize olduğunu fark etmektir önemli olan. Farkına varıldığı an, işte O AN GERÇEK DOĞUM ANIDIR. Her farkındalık yeni bir doğum anıdır insan için, zaten bir kez doğmak yetmez insana".
Aslında düşünmediğimiz düşünmek istemediğimiz bir gerçekliktir ölüm. İtalyan şair ve filozofu Dante "La Divina Commedia (İlahi Komedya)"sında
"yaşayanlara yaşamın ölüme doğru bir koşu olduğunu öğret " der.
Gılgamış Destanı'nda Utnapiştim, kızgın ölümün insanı sinsi sinsi hep arkadan izlediğini, ölümün biçiminin çizilemediğini söyler. Roma'da ölenlere Agate Tuke "uğurlar olsun" denildiği anlatılır.
Tarihte ilk kez otopsi yaparak ölüm sonrasını araştırmak isteyenler “Morti Docentus Vivi”, yani "ÖLÜLER YAŞAYANLARA ÖĞRETİR" sözcüğünden destek almışlardır. Aslında BİZİ, KENDİMİZ DEĞİL, ÖLÜLER YÖNETİR bir anlamda.
İnsanlar sadece gerçek olarak ölümde eşittir. Bir acem şiiri şöyle der:
"Ölüm adildir. Aynı haşmetle vurur şahı, fakiri". Değil mi ki, güç önemlidir, güçlü olanın hayatta kalma şansı ve üreme ihtimali yüksektir. Budur insanı, hatta diğer canlıları güce taptıran. Ama güç ne kadar büyük olursa olsun, ölüm karşısında asla galip gelemeyecektir. Büyük filozof Sokrates, idama mahkum edildiği zaman, ölüm hakkında şöyle konuşur: “Ey hakimler, beni ölümle korkutamazsınız. Çünkü ölüm söylendiği gibi derin ve sürekli bir uykuysa, bu uykunun bir geceliğine bile hasret nice hükümdar vardır”.
Roma yasalarını içeren 12 bronz tablette yer alan bir maddede;
“Yok, eğer ölüm ebedi bir hayata geçiş, bir uyanış ise benden evvel giden sevgili dostlarımla buluşacağım için çok mutluyum.” diye yazar.
Yunus’a
"Onlar ki çoktur malları
Gör nice oldu halleri
Sonucu bir gömlek giymiş
Onunda yok yenleri" dedirtendir ölüm.
Aşık Veysel'ce
"Var mıdır dünyaya gelip de kalan
Muradu maksudu hepisi yalan
Gülüp baştan başa muradın alan
Ölümü dünyada hakikat gördüm" diye anlatılan hakikattir.
Büyük İskender'in Mezar Taşı'nda "Bir zamanlar dünyayı sığmazdı, şimdi şu küçük mezarda yatıyor" yazılıdır.
Ölümsüzlüğün peşinde çaresizce koşan insanoğlu, bununla ilgili efsaneler üreterek, varoluşsal krizini dindirmeye çalışmıştır. Babillilerin ulusal destanında Gılgamış, ölümsüzlüğü elde etmek için yeraltından ölümsüzlük otunu çıkarır. Ancak bir fırsatını bulan yılan bunu yer. Bu nedenle yılan; suyun, yaşamın ve sağlığın tanrısı olan Ningişzida'nın simgesi olmuştur. Eski Yunanlılar da yılanı, tıbbi bitkilerin özlerini bilen bir canlı gibi düşünmüşler, onu tıpta bir sembol olarak kullanmışlardır.
Lokman hekim ölümsüzlüğün sırrını bulmuş ama bir efsaneye göre içinde ölümsüzlük iksiri bulunan şişeyi köprüden geçerken düşürüp kaybetmiş, bir başka efsaneye göre ise eline yazdığı ölümsüzlük formülü yağmurda silinmiştir.
Birçok felsefi görüş, ölümsüzlüğü insanlığa bir takım eserler verebilmek olarak görmektedir. "Hayat da masal gibidir; ne kadar uzun olduğu değil, ne kadar iyi olduğu önemlidir" der Seneca. Thomas Campbell ise şöyle demektedir: “Geride bıraktıklarımızın kalplerinde yaşamak, ölmemektedir”. Barış Manço'ya göre; "insanın adı en son ne zaman anılırsa o zaman ölmüş olur". Goethe bu konuya "Faydasız hayat bir erken ölümdür" sözleriyle katkıda bulunmaktadır.
Yaşıyorsak öleceğiz de. Ancak, Aziz Nesin'in dediği gibi ölümü hak etmek lazımdır.
Heidegger’e göre "endişe olmadan yaratıcılık olmaz" "Bizi bir şey yapma gayretine sokan tek şey, var olma süremizin kısa olduğu bilgisidir. Bu bilinç yoksa, varoluşumuz sonu gelmez bir erteleme süresi olurdu. Eğer ilelebet yaşayacağımız ve ölüm gibi bir şeyin olmadığına dair kesin bir bilgiye sahip olsaydık, kendimizi herhangi bir şey yaratmak için zorlar mıydık?
"Her türden eylemimize, fikrimize ve ilişkimize aciliyet duygusu ve anlam veren şey, yalnızca mutlak ölüm gerçeği ve hayatın görece kısalığıdır.
Eğer hayat ilelebet devam edecek olsaydı, ne yaratım, ne de gelişme olurdu." Hatta insanlaşma sürecine de ihtiyaç olmazdı. Belki de canlı diye bir varlık olmazdı. Canlılığın anlamı kalmazdı ki.
Heidegger'in uyarısına göre birlikte yaşamamız geren trajedi; ölüm tek tek her insanın gerçeği iken hiç kimsenin kendi ölümünü yaşamayacak olmasıdır. Bu deneyimi göçüp giden değil başkaları paylaşacaktır. Ölen artık yoktur. Ölümün getirdiği acı, ölünün değil yaşayanın acısıdır. Ölenin arkasından yapılan her türlü ritüel aslında geride kalanların ölüm karşısındaki güçsüzlüklerinin giderilmesine yöneliktir. Ölen için ritüel uygulanıp uygulanmamasının bir önemi yoktur. Çünkü o artık bir ölüdür.
Bu anlam yüklemelerine rağmen, şöyle der Eşkıya Filminde, Şener Şen, Uğur Yücel'e:
Korkma, sadece toprağa gideceksin
sonra toprak olacaksın
sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin
oradan özüne ulaşacaksın
çiçeği özüne bir arı konacak
belki
sonra toprak olacaksın
sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin
oradan özüne ulaşacaksın
çiçeği özüne bir arı konacak
belki
belki o arı ben olacağım.
Aslında gerçek anlamda ölüm diye bir olgu yoktur. Değişim ve dönüşüm vardır. Sonuçta yine bu dünyada yaşamaya devam eder canlılar bedenleri vasıtasıyla. Şöyle söyler, Antik Yunan Bilgini Epikuros: Ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum.
İnancı güçlü olanlar için de ölüm yok, diğer dünyada yaşamın devamı vardır.
Hepimizin hücrelerinde Mitokondri denen hücre için enerji üreten yapılar vardır. Bize enerji sağlayan bu yapı, hem erkeklere, hem de kadınlara sadece ve sadece annelerimizden geçer. Annelerimize de onların annelerinden. Bu da şunu gösterir. Annelerimizin kız çocukları ve kız torunları kız evlat üzerinden soylarını devam ettirirlerse, annelerimiz ölse bile, bedenlerimizde yaşayıp, bize hayat için gerekli olan enerjiyi sağlamaya devam ederler. Yani kendi bedeni ölse bile, kız çocuklarının bedeninde yaşamaya devam ederler annelerimiz.
Herkesin bildiği fakat hiç kimsenin yaşamadığı bir olay şeklinde tanımlanan ölüm için bir ozan şöyle der "ölmek değildir ömrümüzün en feci işi, müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi".Hepimizin hücrelerinde Mitokondri denen hücre için enerji üreten yapılar vardır. Bize enerji sağlayan bu yapı, hem erkeklere, hem de kadınlara sadece ve sadece annelerimizden geçer. Annelerimize de onların annelerinden. Bu da şunu gösterir. Annelerimizin kız çocukları ve kız torunları kız evlat üzerinden soylarını devam ettirirlerse, annelerimiz ölse bile, bedenlerimizde yaşayıp, bize hayat için gerekli olan enerjiyi sağlamaya devam ederler. Yani kendi bedeni ölse bile, kız çocuklarının bedeninde yaşamaya devam ederler annelerimiz.